Sa’d bin Ebi Vakkas anlatıyor:

Uhud savaşındaydık.
Çarpışmanın çok şiddetlendiği bir andı. Yanıbaşımda Cahş oğlu Abdullah’ı gördüm. Elimden tuttu, beni bir kayanın ardına çekti. Heyecanlıydı:
“Sa’d,” dedi “Şimdi sen duâ et ben âmin diyeceğim, sonra da ben duâ edeyim, sen âmin de.”
“Peki, olur” dedim. Sonra ellerimi açtım:
“Rabbim!” dedim, “Şimdi benim karşıma azılı bir düşman çıkar, onunla kıyasıya çarpışayım, önce bugünün hakkını vereyim, sonra da onu tepeleyeyim ve bu meydandan, Sevgili’nin önünde gazilik rütbesini takınmış olarak ayrılayım.”
Cahş oğlu, gözleri kapalı, elleri açık, vecd içinde, derinden: “Âmin!” dedi. Sonra gözlerini açtı, uzaklara dikti. Belli ki Uhud’un çok ötesine bakıyordu.
“ALLAH’ım!
Ben kendileri ile
Sana karşı çok isyan ettiğim,
çok günahlar işlediğim
o şeyleri Senin Sevgili’nin
huzurunda ve O’nu
koruma uğrunda
Uhud çölüne döktüm
ve Sana da böylece geldim.”
“ALLAH’ım!” dedi, inlercesine… “Benim de önüme dağ gibi bir putperest çıkar, ben de onunla önce kıyasıya dövüşeyim, ben de önce bugünün, bu yerin, bu sınavın hakkını vereyim. Sonra o kâfir beni şehit etsin. Sonra bana “müsle” yapsın… Gözlerimi oysun, kulaklarımı, burnumu, dudaklarımı kessin başım kanlar içinde topraklara bulansın, sonra o halimle Senin huzuruna geleyim, Sen bana sor: “Abdullah! Gözlerini, burnunu, kulaklarını, dudaklarını ne yaptın?” de. Ben diyeyim: “ALLAH’ım! Ben kendileri ile Sana karşı çok isyan ettiğim, çok günahlar işlediğim o şeyleri Senin Sevgili’nin huzurunda ve O’nu koruma uğrunda Uhud çölüne döktüm ve Sana da böylece geldim.”
İçimden bu duâya “Amin” demek gelmemişti ama söz vermiştik, ben de: “Amin!” dedim.
Sonra kılıçlarımızı çektik. O kavgaya bir daha karıştık. Akşam iş bittiğinde ben istediğimden de azılı bir kafiri tepelemiş bir gaziydim. Alacakaranlıkta Uhud sahrasında Abdullah’ı aradım. Bir yerde buldum. Ama tam istediği gibiydi. Kulakları, gözleri, burnu ve dudakları eksikti. Duasında istediği gibi kanlar içinde yatıyordu…