Cenâb-ı Allah (c.c.) âşıklarından Bayezid-i Bistami hazretleri anlatıyor:
Benim zamanımda binlerce veli vardı. Hepsi de ibâdet, riyâzet, keşf ve kerâmet sahibi idi. Fakat asrın kutupluğu basit ve ümmi bir demircinin üzerinde idi.

Ben bu işin sır ve hikmetine karşı hayretler içindeydim. Çoluk çocuğunun nafakası için geceli gündüzlü örs başından ayrılmayan demirciyi görmek istedim.
Bir gün dükkânına gittim. Selâm verdim. Beni görünce, çocuklar gibi sevindi.
Ellerime sarıldı, uzun uzun öptü ve benden duâ rica etti.
Henüz keşf âlemine girmemiş olduğu için makamından habersizdi.
Benden duâ isteyince dedim ki: “Ben senin ayaklarından öpeyim de, sen bana duâ et.” O ise; “Benim sana duâ etmemle, içimdeki dert hafiflemez ki” dedi. Derdin nedir, söyle bir çare arayalım, deyince, tekrar: “Acaba kıyâmet gününde bunca insanın hâli ne olur?
Bunu düşünmekten, buna yanmaktan başka derdim yok” dedi ve hüngür hüngür ağlamaya başladı.
Beni de ağlattı.

O vakit içimde bir nidâ duydum: “Bunlar nefsim nefsim (kendim) diyenlerden değil, ümmetim ümmetim diyenlerdendir.”. Hemen içimdeki hayret silindi.
Kutupluk makamının bu demirciye niçin verildiğini sezer gibi oldum.
Anladım ki, böyleleri, sevgili Peygamberimizin kalbine doğrudur ve O’nun hakikatine mazharlardır.
Demirciye: “İnsanların azâb çekmesinden sana ne?” dedim.
“Bana mı’ne? Benim fitratımın mayası, şefkat suyuyla yoğrulmuştur. Cehennem ehlinin bütün azâbını bana yükleseler de, onları bağışlasalar, ben saadete ererim ve derdimden kurtulurum” dedi.
Demircinin dükkânında saatlerce oturdum. Sohbet etti.
O, namazda okunmak için farz miktarından fazla süre ve âyet bilmiyordu. Bilmediklerini öğrettim.
Ve ben kırk yıldır elde edemediğim mânevi derecelere yükseldim. İçim feyz-i ilâhi ile doldu.
O vakit iyice anladım ki, kutupluk sırrı başka bir mânâ imiş. O, faziletle, ilimle ibâdetle elde edilen bir iş değil sadece Allah vergisidir.