Bu konunun tarihi, sosyal ve psikolojik yönleri bulunmaktadır. Sabırla takip ettiğimiz zaman, hem sorumuzun cevabını hem de daha sonra aklımıza gelebilecek zihnimizi bulandıracak soruların cevabını bulabiliriz.
Öncelikle, köleliğe karşı duyduğumuz tiksinti ve ürpertinin eski ve yeni bir kısım sebepleri olduğunu hatırlatmakta fayda var.

Tarihi materyalizmin tarih ve dünya görüşü, yani, işveren-işçi; zengin-fakir; ezilen ve ezen gibi düşünceler… Sonra sosyal hayatın gelişmesi içinde, tabiat ve yaratılış gereği, kölelik ve esaret ve daha sonra, işçilik ve adil olmayan ücret gibi kavramlar biraz da istismar edilerek öyle yaygınlaştı ki; hemen herkes ortada gezen bu düşünceleri, aksine ihtimal vermeyecek şekilde alkışlamaya başladı. Hiç olmazsa, aksine de ihtimal verilerek, ihtiyatlı davranılması gerekirken tek taraflı düşünüldü, tek taraflı karar verildi.


Tarihin eski devirlerinde; özellikle Roma ve Mısır’da, kölelere yapılan vahşice ve zalimce muamele, içimizde burkuntular hasıl ediyor ve tiksindiriyor. Onun içindir ki; asırlar sonra dahi olsa, kölelerin firavunların mezarlarına taş çektiğini, bir saman çöpü gibi harcın içine karışıp kaybolduğunu; zalim idarecileri eğlendirmek için arenalarda aslanlarla boğuştuğunu; boynundaki utandırıcı tasmasıyla görüyor, kölelikten de köleleştirenlerden de nefret ediyoruz.

Son olarak yakın tarihte ve günümüzde, esirlere karşı yapılan gayri insani muamele; insaniyetsizlik, her vicdan sahibi gibi bizim neslimizi de alakadar etmiş, öfkelendirmiş ve ayağa kaldırmıştır.
İşte bütün bu sebeplerden ötürü neslimiz kölelikten nefret etti ve onu müdafaa eden sistemlere de düşman oldu. Bu düşünce ve ona karşı reaksiyonda o yerden göğe kadar haklıydı; fakat, İslâm’a hücum ve eleştirisinde büyük bir haksızlık yapıyordu. Çünkü, kaynak itibarıyla kölelik İslâm’a dayanmadığı gibi, varolması da onunla devam ettirilmiyordu. Kölelik, geçmişinde ve bugün, daima başka millet ve devletlere dayandı ve varlığını sürdürdü. Bu sebeple biz de önce onu meydana getiren sebepler üzerinde durmak istiyoruz.

Kölelik, savaşlar yoluyla oluşur ve sonra devamını isteyen milletler içinde sürüp gider. Rahat içinde bir hayat yaşamayı hedef almış Roma, kendi tarihinin şahitliğiyle bir zevk ve safâ devleti idi.

Elbiselerin en güzelini giyerek; sofralarını çeşit çeşit süsleyerek; insanı utandırıcı en sefil arzular içinde hayvana yakışır bir tarzda hayat yaşıyordu. Bu israf ve zevk-sefa düşkünlüğünün; bu lüks ve debdebenin devam etmesi için de, bitmeyen servet, sürekli ganimet; esirler ve hizmetçiler gerekti. Bunun için, Romalı harp ediyor, sömürgeler kuruyor ve bu istikamette dünya üzerindeki hâkimiyetini sürdürmek istiyordu.

Müslümanlar, Mısır’ı fethettiklerinde bu havaya, bütün çirkinliğiyle orada şahit olmuşlardı. Ticarî mal pazarları gibi, esir pazarları.. kadın-erkek en haysiyetsiz şekilde zincirler içinde o pazarlara götürülmesi ve açık-saçık olarak müşterilerin önünde teşhir edilmesi.. akşamları pis kokulu ve haşerelerin gayet çok bulunduğu izbe ve dehlizlerde yatırılması.. hatta çok defa böyle bir yerde dahi, onlara yatıp dinlenme imkanının verilmemesi.. ellisinin-yüzünün üst üste yığılıp bir yerde kalması, Müslümanların bilmediği ve görmediği şeylerdi. Ve, bundan da çok üzüntü duymuşlardı.

Onlar uğradıkları her yerde, İslâmî prensiplerle, bu yarayı tedavi etmelerine karşılık, Batılı, eski Roma ve Mısır’ın bu çirkin mirasını, herhangi bir düzeltmeye tâbi tutmadan, olduğu gibi alıyordu. Bundan sonra köle, o günkü batılı ağalara uşaklık yapacak; onların keyfi için dövüşecek; onları eğlendirmek için ölecek ve öldürecekti. Tıpkı sefîh ve sefîl Romalıyı eğlendirmek için, glâdyâtörlerin yaptığı gibi…
Devam Edecek…