Galileo ve Newton, Tanrı dan uzak, evren ve doğa mekaniği ile uğraşırken, Charles Mismer, “Hristiyanlar âlim olunca, Hristiyanlıkla alâkaları kesilir. Müslümanlar da cahil olunca İslamiyet’le alakaları kesilir.” der.
Evet, çok değerli bir sözdü bu… Başlangıçta Galileo Tanrıyı reddetmemişti. Newton da kilise eğitimi almıştı.

“Hristiyanlar âlim olunca,
Hristiyanlıkla alâkaları kesilir.
Müslümanlar da cahil olunca
İslamiyet’le alakaları kesilir.”
Fizik ve matematik dünyasının birçok bilim insanı koyu Hristiyan- Katolik idiler. Doğayı ve evrenin gerçeklerini araştırmaya başlayınca hakikati görmeye ve sahip oldukları dinleri hakkında var olan çelişkilerden haberdar olamaya başladılar.
Bu bağlamda dinleri hakkında sorgulama sürecine girdiler ve sonunda da olan oldu dinlerinden uzaklaştılar.
Çünkü KİTAP-I MUKADDES ‘in çok çelişkili anlatımları vardı. Adeta bilim ve araştırma ile yakından uzaktan ilişki istemeyen ayetleri havada uçuşuyordu. Bilimle uğraşırken dinden uzak kalmayı yeğlediler.

Özellikle Rönesans ve sonrası bu konu çok dikkate alındı. Bir o kadar çekiciydi. En önemli inceleme isteyen bir alan olmuştu. Kilise baskısı vardı. Zordu ama gerekliydi.
HRİSTİYANLIK’ TAN UZAK KAL.
Evet, Rönesans sonrası bu uzaklaşma çok hızlı gerçekleşti. Öyleki Hristiyanlık dini ile Hristiyan âlimlerin ve uğraştıkları bilimlerin arası hızla açıldı. Bu onlar açısından İslamiyet’e dönüş ve yaklaşma şeklinde tabiiki gerçekleşmedi. Ancak Kitab-ı Mukaddes’ teki yanlışlar ortaya çıkmaya başladı. Baskı devam ediyordu. Ciddi sorgulamalarda terk edilmedi.
Hıristiyanlık adına gerçekleşen bu sorgulama süreci doğruydu ve kilise ile bilim adamlarının kavgaları hızla büyüdü. Din ve dini bilimlerden çok hızlı kopuşlar yaşandı.
Hristiyan dünyasındaki bilim insanları ile Hristiyanlık arasında yaşanan bu mücadele İslamiyet ile İslam mütefekkir ve bilim adamları arasında asla yaşanmadı. Oysa o tarihlerde Hristiyan alemi Müslümanlığı ve Müslümanların yaşadığı çağı karanlık çağ diye adlandırıyordu. Müslümanlık ve Müslümanlar ise apaydınlık bir çağ yaşıyorlardı. Hristiyan dünyası Hristiyanlıktan uzaklaştıkça karanlık çağ dan da kurtulmaya başladı.
18.yy a doğru batıyı körü körüne taklit etmek isteyen sözüm ona Müslüman görünüşlü Osmanlının zulmetli münevverleri devletin kötü gidişatına sebepler arıyorlardı.
Hristiyan dünyasında Hristiyanlık dininden uzaklaşmayı ve bilime yakınlaşmayı neticesinde bilimsel ilerlemenin etkilerini görünce zannettiler ki Osmanlının kurtuluşu ve yükselişi de İslamiyet’ten uzaklaşma ile olacak. İslam dan uzaklaşılıp bilimin kollarına atılınca devlet kurtulacak… Bilimdeki ilerleme etkileri hızla toplumsal ilerlemeye sebep olacak oda istenen modernizmi gerçekleştirecek.

Kendi inanç dünyalarındaki dinde reform yapan zulmetli münevverler İslam dinini bir kenara bıraktılar. Keşke bununla kalsalardı. Öyle yapmadılar. Şahsi düşüncelerini Osmanlı toplumuna mal etmeye, onlara da kabul ettirmeye çalıştılar.
Bu bağlamda atılan adımlarla da hemen hemen eğitim kurumlarımızda bir değişim hareketi görülmeye başlandı.

Tanzimat’la birlikte iyice batıya açılan eğitimimiz, bir anlamda oradan gelecek düşünce akımlarına da kapılarını açmış oluyordu. Nitekim çok geçmeden bunun etkisi toplum hayatında kendini gösterdi: O zamana kadar hiç kimsenin şüpheye yanaşmadığı İslami değerler, İslâm kültüründen mahrum, batı hayranı bazı zulmetli aydınlar arasında tartışma konusu edilmeye başlandı. Artık herkes İslâm ve Kur’an hakkında ileri geri konuşuyor, kendince fikir yürütüyordu.
Oysa İslami değerlere karşı yöneltilen tenkitlerin pek çoğu, Hristiyan aleminin öteden beri İslâm’ı yıkmaya ve yıpratmaya yönelik çabalarından kaynaklanan görüşlerdi.
Ağır ağır ülke idaresinde ağırlıklarını hissettirmeye başlayan bu dışa bağlı kültürün zebunu olan sözde aydınların büyük çoğunluğu, bu görüşlere karşı verilmesi gereken ciddi cevapların neler olduğunu bilemedikleri gibi, ister istemez bu yıkıcı fikirlerin etkisinde de kalıyorlardı.
Bu manzara karşısında medreseler, asırlarca devam edegelen klâsik eğitim sistemini sürdürüyor, onun mensupları kendilerini, mümkün olduğunca bu tartışmaların dışında tutmaya çalışıyorlardı.

Özellikle cumhuriyetin kurulmasıyla birlikte memleketimizde tatbik edilen koyu bir anlayışın hâkim olduğu materyalist ve gayr-ı milli eğitim sistemi, manevi değerlerden son derece yoksun bir neslin ortaya çıkmasının başlıca sebebi sayılmalıydı.
“insanların faraziyelerinden
dini özelliğin atılmasıyla başlar”
‘Abel Rey’
Böyle bir neslin yakın tarihte ülke mukadderatına hâkim olacağını düşünmek ve hatta her geçen gün bunun kötü örneklerinin ayrık otu gibi birer birer ortaya çıktığını görmek vatanını, milletini ve mukaddesatını canı gibi seven gerçek aydınların uykusunu kaçırıyordu.
Evet, tekrar mevzuya dönüyorum.

Batıda bilim artık Abel Rey’in ifadesiyle “insanların faraziyelerinden dini özelliğin atılmasıyla başlar” inancı içinde, bir din – ilim kavgasıyla yola çıkıyordu.
Adeta kilisenin ilim adamlarıyla yaptığı mücadele putperestlerle yaptığı mücadeleden daha fazlaydı.
16.yy başlarında önce Avrupa’da egemen olan dünya görüşü diğer uygarlıklarda olduğu gibi Aristoteles ve kilisenin otoritesine dayanıyordu.

13. yüzyılda Thomas Aquinas bilgi felsefesi, metafizik, siyaset ve ruhun ölümsüzlüğü konularındaki yorumlarıyla skolastik düşünceye önemli katkılar sağlamış Dominikan rahibi idi ve 1322’de Aziz ilân edilmişti. Teoloji ile bilim adamlarının öğretilerini aynı çatı altında birleştirmeye teşebbüs etti. Bunu başardı da… Öyleki teolojik yapı 16,17, ve 18.yy biliminin temeli ve Katolik Kilisesi’nin resmi görüşü durumuna gelmiş oldu. Yıllar sonra 1914’te onun görüşlerini tartışmak, günaha girmekle eş anlamlı kabul edilmiştir.
1917’de ise Katolik Kilisesi yasası, Thomas Aquinas ‘ın görüşlerini Kilise’nin resmî görüşü ilan etmiştir. Thomas Aquinas, Aristoteles’in geniş kapsamlı doğa sistemini Hristiyan teolojisi ve ahlakıyla birleştirmişti. Bu dünya görüşünün amacı daha çok nesneleri anlam ve değerini anlamak olarak özetlenebilir.

13.yy daki bu yaklaşım 16. ve 17. yüzyıllarda köklü bir değişime uğradı. Canlı ve manevi bir evren anlayışı yerini makine tarzındaki dünya anlayışına bıraktı. Bu gelişme Copernicus, Galileo ve Newton’ başarılarıyla zirveye ulaşan devrimci değişimler sonucunda gerçekleşti.
17. yüzyıl bilimi, Descartes’in tasarladığı doğanın matematiksel tasvir ve analitik akıl yürütme ve de, Bacon’ın yeni araştırma yöntemine dayanıyordu. İlk devrim, Batlamyus’un ve Kitab-ı Mukaddes’in yer merkezli evren görüşünü deviren Copernicus ‘la geldi.
Galileo, keşfettiği doğa yasalarını formülleştirmek için matematiksel dili kullanmakla bilim ile deneyi ilk birleştiren kişidir. Bu yüzden Galileo “Modern Bilimin Babası” olarak bilinmektedir. Galileo şuna inanıyordu. Felsefe-bilim her zaman gözlerimizin önünde yatan büyük bir kitapta yazılıdır. Bu kitabın dili de matematiktir.

Descartes modern felsefenin kurucusu olarak kabul edilen çok değerli bir matematikçidir. Yeni gelişen matematik ve astronomiden derin bir şekilde etkilenmişti. O bütünlüklü yeni bir düşünce sistemi-paradigma inşa edinceye kadar hiçbir geleneksel bilgiyi kabul etmedi.
23 yaşlarında, biriktirdiği bilgilerin tamamını gözden geçirirken birden parlayan bir sevgi-ilham ile bütün bilgiyi birleştirmeyi vadeden olağanüstü bir bilimin temellerinin farkına vardı.
1619’da bir gece gördüğü peş peşe üç rüyayı da, kendisine ilahi bir görev yüklenildiği şeklinde yorumlayarak cesaret aldı.
Bir dostuna yazdığı mektupta “Bütün nicelik, süreklilik ve süreksizliği genel anlamıyla çözümleyecek büsbütün yeni bir bilimi, insanlara sunmak istiyorum” diyordu.
Bunları yaparken de kendisine şu ahlak prensiplerini düstur edinmişti; Dine sımsıkı bağlı kalmak.
Rene Descartes din adamı yetiştirmek için açılan Fleshe Kolejinde okumuştu. O güne kadar öğrendiği her şeyden şüphe etti. O, evrenin gizli anahtarlarının matematiksel yapıda olduğuna inanmıştı. Çünkü Matematik kesinliğe sahip bir bilimdi.
Onun kafasında bilim kavramı ile matematik eş anlamlıydı ve şöyle diyordu: “Gerçekliğinden kuşku duymadığımız ortak fikirlerden, matematiksel ispatın açıklığı ile izah edilemeyen hiçbir şeyi doğru olarak kabul etmiyorum. Zira doğadaki tüm fenomenler bu yöntemle açıklanabilir. Başka hiçbir fizik ilkesini kabul etmeye veya talep etmeye gerek olmadığına inanıyorum. Benim fiziğimin tamamı geometriden başka bir şey değildir”.

(x,y) Kartezyen koordinat eksenini esas alıyor mutlak kesinliği bunda görüyordu. Matematik hariç hiçbir bilimde kesinlik bulunmadığına inandığından bu kesinliği sağlayan şey her neyse diğer bilimlere de bunu uygulamak istiyordu.
Descartes, felsefesinin temelinde bütün gerçeklerin şu iki cevherden oluştuğunu öne sürdü; Ruh diyebileceğimiz şey, düşünce eylemi ile nitelendirilebilen bir özdü. Ve bu özün uzayda yer kapladığı maddi alem vardı. İşte Descartes’in bütün dünya görüşü bu iki birbirinden bağımsız ve birbirinden kopuk Ruh-beden dualizmi üzerine kurulmuştur.
Descartes beden ve ruhu birbirinden ayırmakla onların birbiriyle zıtlaşan özelliklere sahip olduğunu vurgulamış oluyordu.
BATILI BİLİM ADAMLARI
TANRIYI YOK FARZ EDECEK
BİLİM İLE BİRLİKTE
ANMAYACAKLARDIR.
Biri gelişirse, öbürü körelirdi. Biri hakimse diğeri yoktu. İkisini bir arada denge ve harmoni içerisinde geliştirmek veya bulundurmak mümkün değildi. Ya beden (şehvani hisler) yüceltilmeliydi veya kalbi hayat (ulvi duygular)…
Ona göre madde ve ruh hiçbir ortak özelliğe sahip değildi. Maddenin de zihnin de ortak referans noktası sadece Tanrı’nın yaratığı olmalarıydı.
Tanrı’nın varlığı, Descartes’in bilimsel felsefesinin temelini oluşturuyordu. Ancak ne yazık ki, sonraki yüzyıllarda bilim adamları Tanrı’ya açık bir gönderme yapmadan, insan bilimlerini zihinde, doğa bilimlerini de maddede toplayan kartezyen ayırıma uygun olarak teorilerini geliştirecek, BATILI BİLİM ADAMLARI TANRIYI YOK FARZ EDECEK BİLİM İLE BİRLİKTE ANMAYACAKLARDIR.